DEVELERİN SAHİBİ
''Kişinin işlediği günahtan hepimizin haberi olabilir ama bir gece yarısı yapılmış ve gözyaşlarıyla temizlenmiş tövbeden haberimiz olmayabilir. ''
Son Himyerî hükümdarı Zûnüvâs’ın, Hristiyanlığın yaygın olduğu Necran’da Yahudiliği zorla yaymaya çalışması üzerine Habeş Necâşîsi’nin 525’te Eryât kumandasında Yemen’e gönderdiği orduda Ebrehe de vardı.
Zûnüvâs’ı mağlûp ederek Yemen’e hâkim olan Eryât ile Ebrehe arasında çıkan anlaşmazlık sonucunda bir savaşa sebep oldu ve halkın desteğini sağlayan Ebrehe, Eryât’ı öldürerek Yemen’de idareyi ele geçirdi (537). Eryât ile yaptığı savaş sırasında dudağı veya burnu yarıldığı için “Eşrem” lakabıyla anılan Ebrehe, Yemen’e hâkim olduktan sonra Habeş Necâşîsi’ne bir mektup göndererek kendisine itaat arzettiğini bildirdi. Necâşî de bir iç savaşa meydan vermemek için onun Yemen’e hâkimiyetini ve valiliğini onayladı. (Konuyla ilgili detaylı bilgiye Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisinden ilgili maddeden ulaşabilirsiniz).
Ebrehe mutaassıp bir hıristiyandı. Bu dini yaymak için yoğun bir faaliyete geçti. Yaptığı Kulleys o kadar şatafata rağmen gerekli itibarı alamayınca bunun önündeki en büyük engelin Kâbe-i Muazzama olduğunu ileri sürerek kutsal mabedi yıkmak için filler ile desteklediği muazzam bir orduyla Mekke şehrini kuşatarak halklarına şehri terk etmek için sürer verir. Bu esnada şehrin dışındaki sürülere de el koyar. Bunlar arasında Mekke emiri Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalip’in deve sürüsü de vardı.
Sürüsünü geri almak için Ebrehe’nin yanına gider ve develerini geri ister. Ebrehe de o ana kadar saygı duyduğu bu ihtiyarı aşağılamaya kalkarak ‘’ben Kâbe’yi yıkmaya gelmişken sen develerinden bahsediyorsun. Onun için bir şey demeyecek misin?’’der, bunun üzerine o muazzam söz ortaya çıkar. ‘’Ben develerin malikiyim, Mabedin maliki ise Allah’tır. İşte sen ve işte O’’ develerini alarak geri dönen bu bilge ihtiyar yüzyıllar öncesinde bize unutulmaz bir ders verir aslında. Kıssanın geriye kalanını Fil suresi bize açıklayarak sonuçtan bahsediyor.
Kuran yapısı olarak iki tür ayetleri içerir. Bunlardan birincisi, bizimle Rabbimiz arasındaki ilişkileri içeren dikey ayetler. Bunlar emir, yasaklar ve ibadetler… Bir diğeri ise insanla insan ilişkisini öğreten yatay dediğimiz ayetler. Bunlarda sosyolojiyi, diğer canlılarla münasebetimizi içerir. Bizler bu ayetleri anlarken bazen haddi aşıyoruz ve yanlış yorumlarla bulunabiliyoruz. İnsanları ibadetleri, günahları daha genel kapsamda dikey ayetlere muhatap oldukları üzerine yargılıyor ve ötekileştirip berikileştiriyoruz. Öyle ki dinden dahi insanları çıkarmak gibi asla doğru olmayan birtakım işleyişler içerisine giriyoruz. Kişinin işlediği günahtan hepimizin haberi olabilir ama bir gece yarısı yapılmış ve gözyaşlarıyla temizlenmiş tövbeden haberimiz olmayabilir. Bunun yanı sıra dini temsil etme yetisini sadece kendimizde olduğunu ileri sunuyoruz. Belirli bir topluma üye olmayanlar haricinde geriye kalanların hepsini bir alt kademeye indirmeyi nasıl İslam ile bağdaştırılabildiği akıl almaz bir kötülük değil mi?
Elbette herkes müntesip olduğu dairenin doğru olduğunu savunabilir ama tek doğru benim demek ne kadar doğrudur? Bu tür tutumlar Müslümanları birleştirmeye mi, yoksa birbirinden ayırmaya mı yarıyor?
Sorunun cevabı ortadayken ne diye bu tutumlardan artık vazgeçmiyoruz?
Hz. Peygambere inanan ilk kişilere baktığımız zaman büyük bir çoğunluğunun aslında hakları yenmiş mazlumlar olduğunu görmekteyiz. Hz. Peygamber bu insanların haklarını verdiği ve savunduğu için onun etrafında kolayca toplandılar. Bu insanların muhatap olduğu ilk ayetler olan Mekki ayet olarak nitelendirdiğimiz vahiylerde ibadetten uzak, genel manada ahlakı tamamlayıcı ayetleri olduğunu görmekteyiz. Bu ayetler o dönem içerisinde aslında toplumda var olduklarını hissetmeyen, sürekli aşağılanan insanlara aslında olması gerektiği yerleri işaret ediyordu. Bu şekilde Hz. Peygamber onların kalplerine dokundu. Daha önce bir örneğini yaşamadıkları bu muazzam ilgiye hiçbiri karşılıksız kalmadı. Nasibi olanlar erkenden, olmayanlar geçte olsa bu davete icabet etti. Bir kısmı da hiç bu güzellikle karşılaşmadı. İlk inanlar muazzam bir birliktelik ile bir arada durmayı, teşkilatlanmayı, bir amaca hizmet etmeyi ve işin sonucunun başından daha hayırlı olduğuna inanarak mücadele ettiler. Eğer aralarında ki bu insani olan ilişki kuvvetli olmasaydı, şu an ki Müslümanlar gibi fitne ve fesada uğramış olsalardı bu dava başarılı bir şekilde ilerler miydi?
Üzerlerine düşen vazifeyi çok iyi kavradılar. Yapılması gerekeni sadece yaptılar. Yani sadece develerine sahip çıktılar. Onlara bu misyonu Hz. Peygamber yükledi. Sıkıştıklarında birbirlerine eziyet etmediler, direk Hz. Peygambere danıştılar. Onun yol göstermesiyle ilerlediler. Hepsi hep birlikte kardeş oldular.
Bunu bir kenara bırakın Uhud savaşında tepeyi terk eden okçuların dahi ismi hiçbir kaynakta bahsedilmez. Sahabe bu ayıbı kapatmış ve hiçbir zaman bunu gündeme taşımamıştır. Ara ara yaşanan sinir anlarında dahi ‘’Sen zaten Uhud günü tepeyi terk etmiştin’’ diyerek birbirlerini hiç suçlamadılar. O gün orada olanlar bir sır gibi saklandı ve o tepeden aşağıya inmedi. Bu durum eşi benzeri olmayan muazzam bir ahlak örnekliğidir. Bunun sebebi ise bu konuda ki hükmün sadece Allah ve onun izniyle Hz. Peygambere ait olduklarını bilmeleriydi. Onlar develerine odaklanmıştı gerisi başkasının hakkıydı. Bu şekilde 313 kişi 3 katı düşmana karşı Bedir de tarih yazdı.
İnsanlarla ilişkimiz insani değerleri gözetmek ve bu değerleri artırmak üzere olmalıdır. Bunu yaparken diğer din mensuplarına da aynı muameleyi yapmak zorundayız. Din bunu emrederken kardeş olarak nitelendirdiği bir toplum da ancak bu birlikteliği ziyadeleştirmek için bir arada olabilir.
Yıllarca develerimize bakmak yerine kendimizi dinin sahibi olarak gördüğümüz için bu çatışmalar oldu. Geriye kalan, okumaktan aciz sözde Allah için Allah diyen bir başkasını katletmekten öteye geçmemiştir. Bu, Müslüman toplumları için utanç vericidir. Oysa ki Kuran kardeş ilan ederken, Hz. Peygamber bir vücuda benzetmektedir. Hal bu iken şu an ki halin tek sebebi develerin kime ait olduğunu bilmemektir. Bizim Yunus’un da dediği gibi
‘’ Taht kuralı arifler gelüp ferş-i nâdân üstüne, zira hevâ heveste gönül vermiş hod kendine.’’…